06 Mayıs 2024 - Pazartesi

Şu anda buradasınız: / ‘AMERİKA, AMERİKALILARINDIR!’DAN, ‘DÜNYA BİZDEN SORULUR!’ ZORBALIĞINA..
‘AMERİKA, AMERİKALILARINDIR!’DAN, ‘DÜNYA BİZDEN SORULUR!’  ZORBALIĞINA..

‘AMERİKA, AMERİKALILARINDIR!’DAN, ‘DÜNYA BİZDEN SORULUR!’ ZORBALIĞINA.. Selahaddin E. Çakırgil

‘Cristoph Colomb Amerika kıtasını keşfetmekle,   
muhakkak ki büyük bir iş yapmıştır. 
Keşke, keşfetmeseydi de daha büyük bir iş yapmış
olsaydı!’

(19. yüzyıl sonları, Amerikan mizah yazarlarından Mark Twain) 

Amerika neresidir?
Coğrafyadan az-çok haberi olan herkes bu sorunun cevabını verebilir.
Ama, 500 yıl öncesinde yaşayan insanlar için öyle bir kıta yoktu, çünkü bilinmiyordu.
1492 yılında, Cenevizli/İtalyan denizci Cristoph Colomb (Colombus), o dönemde yeni yeni başlayan ‘Dünya yuvarlaktır..’ görüşüne ilgi duyup, ‘Mâdem ki dünya yuvarlaktır, o halde, Hindistan’a gitmek için, niye hep Doğu’ya gidiyoruz? Batı’ya giderek de sonunda Hind’e varırız..’ dedi ve Hindistan’a gitmek için Atlas Okyanusu’ndan Batı’ya doğru ilerledi. Üç ay kadar sürdüğü söylenen o deniz yolculuğunda, içme suları bulamadıkları için okyanusun tuzlu suyunu içmek zorunda kalan gemi adamlarının, tayfaların bir çoğunun dişleri ’skorbit’ denilen diş hastalığından dolayı döküldü ve bir çoğu da öldüler ve cesedleri okyanusa bırakıldı.
Artık isyan çıkmak üzereydi ki, bir kara parçası gözüktü..
Colomb heyecanlandı ve ‘Hep Batı’ya giderek, işte, hedefimize vardık ve Hindistan’ın doğusuna ulaştık..’ dedi..
Ulaştıkları yer gerçekte ise, Hindistan’la, Hindis-tan’ın Doğu veya Batı’sıyla ilgisi olmayan bir yerdi ama, Colomb, tayfalarını da yatıştırmak için, ‘İşte Doğu Hind..’ (Hind rex), dedi. Ancak orası ‘Doğu Hind’ değildi! Daha önce gittikleri Hind’deki insanlara da benzemiyorlardı bu topraklardaki insanlar.. Orası, bugün, Orta Amerika ülkelerinden ve o zamandan kalma bir isimlendirmeyle ‘Honduras’ diye anılan bir coğrafya parçasıydı..
Colomb ve adamları, bu coğrafyaları tanımaya çalıştılar ve sonra anladılar ki bu yerli halkların elinde süs eşyası olarak ‘sarı- parlak’ metal parçaları ‘altın’ vardı. Ama, onlar bu metal parçalarının ne işe yaradığını bilmiyorlardı. Onlara basit, renkli cam boncuklar verip, o ‘sarı-parlak’ metalleri aldılar ve ‘Burası Doğu Hind değil, ‘kutsal topraklar/San Salvador’ dediler..
Bu diyarlardaki insanlar da, eski dünyadaki di-ğer insanlar gibi insan idiler, ama, çok farklı bir yaşayış tarzları ve dünyaya bakışları, inanç ve ahlâk anlayışları açısından çok farklı idiler. Colomb ve yanındakiler, o yerlerin Hindistan’ın daha önce gitmedikleri bölgeleri olduğunu sandılar, geri döndüklerinde anlattıkları daha başka meraklı maceracıları heyecanlandırdı.

Ama, bu toprakların farklı ve daha önce bilinmeyen bir kıta olduğu, Colomb’un 1506’da ölümünden 5-6 sene sonralarda, America Vespuçi isimli bir İtalyan denizcisi tarafından ileri sürüldü ve 1510’larda bu kıt’aya ‘America’ ismi verildi.
Ancak, bu diyarlara ‘daha önce Müslüman gemicilerin geldiği ve o yerleri tarif ettikleri’ şeklinde üzerinde ciddî araştırmalar yapılmaya değer iddia ve rivayetler de mevcuddur. Nitekim, bazı Avrupa kaynaklarında görülen, ‘Amerika kıtasının, bizim medeniyetimiz tarafından keşfedildiği’ gibi ibarelerden, ‘Bu yerlere daha önce, Avrupalı olmayan başkalarının da gelmiş olduğu’ anlaşılmaktadır.
Bu mekânların 250 yıl öncelerdeki ünlü Fransız düşünürü Voltaire, Avrupalıların bu yeni topraklara akın edip, yerleşmeye başladıklarında; İnka, Maya ve Aztek gibi köklü medeniyetleri olduğu anlaşılan ‘kızıl derili’ yerli halklarla karşılaştıklarını ve onlardan ‘12 milyon yerli insan’ın ‘beyaz Avrupalılar’ eliyle katledildiğini yazmıştır. (O zamanlar dünya nüfusunun 300 milyon civarında olduğu sanılıyor.. Bu rakam belki de şimdiki dünya nüfusu için telaffuz olunan 8 milyarlık rakamı yanında inandırıcı bulunmayabilir. Ama, bu satırların sahibi, 1956-57’lerde ortaokula başladığında, dünya nüfusunun 1,5 milyara yaklaştığını okuyordu..)
Ve, yeni kıta sadece keşfedilmekle kalmıyor, iş-lenmemiş ve verimli sonsuz toprakların, tabiî güzelliklerin yağmalanması için, ‘Avrupa’lı beyaz insanlar’ın bu ‘Yeni Dünya’ya ‘akın’ları başlamıştı. Bu ‘göçmen’ kitlelerin büyük kısmının ‘püriten’lerden oluştuğu bilinmektedir.
Kimdi bu ‘Puritan/Püriten’ler?
1520’lerde, yani 500 yıl öncelerde Avrupa’nın batısı, korkunç bir mezheb savaşı içinde debeleniyor, şehirler Katolik Kilisesi yanında veya Martin Luther’in Almanya’da başlattığı Protestan/Evangelist Hareket yanında saf tutmaya göre birbirini boğazlıyorlardı.

Ama, özellikle Protestanların ‘Yeni Dünya’ya akın etmeleri, o boğazlaşmadan uzaklaşmak niyetine de dayandırılmıştır.
Aslında Puritanizm de, bir bakıma Protestanlığın İngiliz versiyonu olup, Katolik Kilisesi ve Anglikan Kilisesi’nin farkı olmadığını söyleyen ve İncil’de yer almayan âyinlere karşı çıkan bir cereyan idi ve bu insanlar, ‘Tanrı’ya daha çok hizmet edebilmek için daha çok çalışıp, daha çok kazanmak gerektiği’ inancına bağlıydılar. ‘Püriten’ler, 1620 ve 1630’larda Amerika’nın ‘New England’ adı verilen bölgesine, ‘Yeni Dünya’daki İngiliz kolonilerinin yoğunluklu olduğu bölgelere göç ettiler. Püriten’ler Amerikan hayatında etkilerini o zamandan beri göstermeyi sürdürüyor.
Ancak, Püriten’ler beyaz ırktan olmayı da inançlarının bir temeli gibi görmeye başlamışlardı.
Sanki, kendilerinin arzusuna göre şekillenmesini istedikleri yeni Amerikan halkı için temel ölçü teşkil eden ‘WASP- (Vhite (Beyaz)/Anglo-Sakson/Protestan)’ formülünü, inandıkları Tanrı telkın ediyormuşçasına..
Öyle bir zaman diliminde, İngilizler, başta olmak üzere, Hollandalılar, İspanyollar, İtalyanlar gibi, güçlü denizcilere sahip ülkeler akın akın gidiyorlardı, ‘yeni kıta’ya.. Daha sonra, Fransa’nın da yarışa geçtiği ve kendisine bir yer açmaya çalıştığı görülüyor. Avrupa’dan ‘Yeni Dünya’ya göç eden kitleler, iklim şartları bakımından Avrupa’ya en yakın olan Kuzey Amerika’ya özellikle ilgi gösteriyorlardı.
Ancak, Avrupa kıtasının 10-15 misli büyüklükte olan Kuzey Amerika’nın bâkir topraklarını kim, nasıl işleyecekti?
İşte o zaman, Afrika akla geldi ve ‘siyah Afrika’da yeni bir ticaret başlıyordu: ‘Köle ticareti..’
Ama, göçmenlerde ekseriyet, İngilizler’de kalıyor ve Britanya Krallığı, üstünlüğünü diğerlerine kabul ettiriyordu.. Ve ing. Lordları, Afrika’dan Amerika’ya çalıştırılmak üzere, ‘siyahî insan’ların kaçırılıp ‘köle’ olarak satılması etrafında, getirisi, kazancı bol bir ‘slavery’ (kölelik) ticareti geliştirmişlerdi.
Diğer insanlarla aralarında, derilerinin renginin ‘siyah’ olmasından başka bir farklılığı olmayan Afrika’nın mazlum insanları, kaçmak istediklerinde bile, hattâ hayvan yakalar gibi tuzaklarla, kementlerle yakalanıyor, zencirlere vurulup gemilerin hangarlarına, hayvan ahırlarına dolduruluyor ve beyaz insanların hizmetine sunulmak üzere, gözyaşı, kan ve ölüm üçgeni içinde ‘Yeni Dünya’ya götürülüyorlardı.
Bu hususta, bizim toplumumuz, o büyük faciadan, pek haberdar olamadı.. Ancak, köklerini bulmak için Afrika’ya giden bir Amerikalı siyahî yazarın, Alex Haley’in ‘The Roots’ ismiyle kitaplaştırılan notlarından faydalanılarak filme alınan ve 1750’lerde Gambiya’dan ‘Kraliçe’nin Askerleri’nce kaçırılan ve ‘Müslüman’ olduğu anlaşılan ve Alex Haley’in kendi atalarından birisi olduğunu da öğrendiği ‘Kunta- Kinte’nin, aynı acı kaderi paylaşan yüzbinlerce ve milyonlarca benzerlerini de sembolize eden hikayesini yansıtan filmdeki korkunç çığlıklar, feryadlar ve zencir şangırtılarıyla birazcık da olsa ve son yarım asırdır haberdar olmaya başladı.
Haley’in ‘The Roots’ (Kökler) kitabına göre, Kunta Kinte 1767’de, ‘küçük kardeş’i için davul yapmak üzere odun ararken, kaçırıldı. Kunta uyandığında kendini gözleri ve ağzı bağlı bir mahkûmdu artık.. Doldurulduğu ve bir İngiliz ‘Lord’una ait bir geminin hangarlarında, diğer siyah insanlarla dört aylık bir yolculuk yapmak üzere Kuzey Amerika’ya doğru yola çıkarıldı. Amerika’da bir çiftlik sahibine satıldı.
Kunta, sahipleri tarafından kendisine verilen ismi reddetti ve defalarca firara yeltendi, ama, nereye gidecekti? Yakalandığında, köle avcıları ondan ‘hadım’ edilmesi veya ‘bir ayağının kesilmesi’ arasında tercih yapmasını istediler.. Kunta, ayağının kesilmesini seçti. Kunta kaderine boyun eğdi, ama, kimliğini ve köklerini asla unutmadı.

Kunta, kendisi gibi köleleştirilmiş bir kadınla evlendi ve ondan bir kızı oldu. Alex Haley, Kunta Kinte’nin yedinci nesil soyundan olduğunu iddia ederken, tek dayanağı, o kızdır.
Amerika’daki beyazlar zenginleştikçe, İngiltere, Avrupa’daki özellikle Fransa ile yaptığı Yedi Yıl Savaşları’nda uğradığı büyük maddî kayıpları Kuzey Amerika’daki kolonileriyle paylaşmak için ağır vergiler koyan kanunlar çıkardı.
Bu durum giderek rahatsızlık meydana getiriyor ve İngiliz Kraliyetine ne zamana kadar ve niçin bağlı ve yüksek vergiler ödemeye mahkûm olduklarının tartışması yapılıyordu, kolonilerdeki, artık ‘yerleşik toplum’ özelliğini kazanan göçmenler arasında.. Ve neticede, George Washington liderliğinde istiklâl ilân edilir.
Ama, ilginç olan, George Washington’un da, bütün o özgürlükçülüğüne rağmen, büyük ‘köle tâcirleri’nden birisi olmasıydı..
1775-83 arasında istiklal savaşı verilir, ‘United Kingdom’/Birleşik Krallık’ diye anılan Britanya’ya karşı.. İngilizlerle savaşta, birçok cephe savaşını kaybetmiş olsalar bile, George Washington liderliğindeki bağımsızlık yanlıları, Fransa’nın da yardımıyla savaştan zaferle çıkmasını bilmişlerdir.
Ve böylece, 2 Temmuz 1776’da 13 koloni, bağımsızlık manifestosunu, bildirilerini açıklarlar.
Amerikan Bağımsızlık Manifestosu /Bildirgesi yazarları, özellikle iki kişiden etkilenmiştir. Bunlardan birincisi İngiliz John Locke idi. Locke, devletin en yüce görevinin, her insanın hayat hakkıyla özgürlük ve mülkiyeti korumak olduğunu söylemişti.
İkincisi ise, Fransız Jean-Jacques Rousseau’dur. Onun ‘İçtimaî Mukavele/Contract Social’ teorisi, bildirgenin yazarlarını oldukça etkilemiştir. Nitekim, Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nin ikinci paragrafı Rousseau’nun tezinin tercümesinden ibarettir.
Bu bildiriyi hazırlayanlar arasında en ünlü isimler olarak, Benjamin Franklin ve Thomas Jefferson göze çarpmaktadır.
Bildiride şu temel görüş yer almaktadır: “Bütün insanların eşit yaratıldıklarına; yaratıcıları tarafından onlara hayat, özgürlük ve mutluluğu arama hakkı gibi geri alınamaz bazı haklar verildiğine inanıyoruz”.
Bu belgede ifadeye kavuşan yönetim ilkeleri için Thomas Jefferson şöyle diyordu:
‘Biz şu gerçeklerin açık olduğu görüşündeyiz: Bütün insanlar eşit yaratılmışlardır, onları yaratan Tanrı, kendilerine vazgeçilemez bazı haklar vermiştir, bu haklar arasında yaşama, özgürlük ve mutluluğu arama hakları yer alır. Bu hakları korumak için insanlar arasında iktidar hak ve yetkilerini yönetilenin rızasından alan meşru, hükümetler kurulmuştur. Herhangi bir hükümet şekli, bu amaçları tahrib eder bir nitelik kazanırsa, onu değiştirmek veya kaldırmak ve temelleri kendi güvenlik ve refahlarını sağlamaya en uygun görünecek ilkeler üzerine dayanan, güç ve yetkiyi aynı amaçla örgütleyen yeni bir hükümet kurmak, o halkın hakkıdır.’
Ve Amerikan para birimi olan ‘dolar’ üzerinde yazılı olan ‘IN GOD, WE TRUST’  /BİZ TANRIYA GÜVENİR/ TEVEKKÜL EDERİZ’ cümlesi yazılır.  
Ancak, Britanya Kraliyeti’ne karşı verilen o mücadelede, İngiliz halkına savaş açılmadığı bilhassa vurgulanarak o güne kadar devam eden ‘Anglo-sakson birliği ve istiklal’ korunarak, şöyle denilmiştir:
‘Britanyalı kardeşlerimize karşı da saygıda kusur etmiş değiliz. Zaman zaman onları, yasa koyucuların üzerimizde haksız bir yönetim kurma girişimleri konusunda uyardık. Buraya hangi şartlar altında göç edip, yerleştiğimizi hatırlattık onlara.. Tabiî adalet ve âlicenablık duygularına seslenerek, aramızdaki ırk bağları dolayısıyla, bu zorbalıkları kınamalarını rica ettik. Çünkü bu zorbalıkların, aramızdaki bağlantıları ve ilişkilerimizi bozması kaçınılmaz bir şeydi. Ama onlar da adaletin ve kan bağımızın feryatlarına kulaklarını tıkadılar. Bunun için artık, onlardan ayrılmamız gerektiği sonucuna boyun eğmek ve onları da, insanlığın geri kalan kısmı gibi, savaşta düşman, barışta dost kabul etmek zorundayız.
Sonuç: Bu yüzden, Genel Kongre halinde toplanan biz USA/ABD temsilcileri, görüşlerimizin doğruluğuna, dünyanın en yüce Yargıcı’nı tanık tutarak, bu kolonilerin halkından aldığımız yetkiyle, onların adına, Birleşik kolonilerin özgür ve bağımsız devletler olduklarını ve bunun hukuken böyle korunacağını; Büyük Britanya Krallığı’na karşı her türlü yükümlülükten kurtulmuş olduklarını; bu kolonilerle Büyük Britanya Devleti arasındaki her türlü siyasal ilişkilerin sona erdirildiğini ve bunun böyle kalacağını; özgür ve bağımsız devletler olarak, savaş açmak, barış ilan etmek, antlaşmalar yapmak, ticareti düzenlemek ve diğer tüm bağımsız devletlerin yapabileceği her şeyi yapmak hakkına sahip olduklarını resmen açıklar ve ilan ederiz. Ve bu bildirinin korunması için, Tanrı’nın inayetine tam bir güvenle, hayatlarımız, servetlerimiz ve en kutsal varlığımız olan onurumuz üzerine and içeriz.’
Amerikan Hükûmeti, kendi kaynaklarıyla, kendi meselelerini çözdükçe güçleniyor ve kendisine karşı çıkan güç odakları olursa, onlara göz açtırmamak gerektiği düşüncesi ve Amerikan futbolu denilen Beyzbol’da, top’un, rakip oyuncunun elinden, her türlü güç gösterisiyle zorla alınması gibi, karşı çıkanlara baş eğdirilmesi fikri giderek gelişiyordu. Nitekim, 1845’lerdeki Amerikan- Meksika Savaşı adeta zorla çıkarılmıştı.

Meksika-Amerika Savaşı, ABD’nin 1845 te Teksas’ı ilhakı yüzünden çıkan savaş (1846-1848), ABD’nin kesin zaferi ve geniş Meksika topraklarının ele geçirilmesiyle sonuçlanmıştı.
Teksas’ın ilhak edilmesinin ardından, ABD Başkanı James Polk, Meksika’nın elindeki New Mexico ve Kaliforniya’nın satın alınmasını görüşmek üzere temsilcisini Meksika’ya gönderdi. Meksika yöneticilerinin bu görüşmeyi reddetmesi üzerine, Amerika bazı ihtilaflı bölgeleri işgal etmesi için Amerikan ordusuna emir verildi. Ancak, Meksika birlikleri daha önce harekete geçince, Meksika’nın Amerikan topraklarında Amerikalı kanı döktüğü iddiasıyla Meksika’ya savaş açtı.
Bu savaşın, Amerikan toplumundaki ‘kölelik’ anlayışını daha bir hortlatacağı endişesini ciddi olarak dile getirenler olsa da, Amerikan ordusu, Meksika Ordusu’na saldırdı ve Meksika’nın kuzeydoğusu ile, New Mexico ve Kaliforniya’yı işgal etti. Meksiko’nun 14 Eylûl 1847’de kesin yenilgisiyle savaşın askerî merhalesi sona erdi.
İki taraf arasında 2 Şubat 1848’de Guadalupe Hidalgo Antlaşması imzalandı.
Bu antlaşmayla, bugünkü New Mexico, Nevada, Arizona ve Kaliforniya eyaletlerini oluşturan topraklar 15 milyon Amerikan Doları karşılığında ABD’ye bırakıldı. (B. Amerika Alaska topraklarını da 1867’de, Rusya Çarlığı’ndan 10 milyon dolar karşılında satın alacaktı..)
Anlaşılıyordu ki, Amerikan Bağımsızlık Bildirisi’nde, idealistçe kaleme alınmış insan hak ve hürriyetleri ve komşularla barış içinde geçinmek arzuları bir iyi niyet manzumesinden ibaretti.
Evet, böylece, teorik/nazarî olarak, ‘insan hakları gibi’ yüksek temele dayalı yeni bir devlet kuruluyordu.
Ne var ki, ‘Amerikan Bağımsızlık ve İnsan Hakları Beyannamesi’nde yer alan ‘Bütün insanlar eşit yaratılmışlardır’ sözündeki ‘insanlar’ kimlerdi?
Meselâ, ‘zenciler ve kadınlar’ ‘insan’ sayılacak mıydı? Ki, bu husus, 1855’te Amerikan Kongresi’nde /Meclisi’nde günlerce tartışılmış ve bir karara varılamamıştı. 1863’de patlak veren ve 3 sene kadar devam eden Amerikan İç Savaşı’nda her ne kadar ‘köle ticareti’nin yasaklanmasını isteyen o dönemin başkanı Abraham Lincoln liderliğindeki Kuzey eyaletleri zafer kazansalar da, konu hukukî açıdan yine de halledilememişti.
Hatta, 1870’lerde, Amerikan akademyasının ‘Uluslararası Hukuk’ alanındaki ünlü hocası ve kitapları, 1910’larda bile New York Üniversitesi’nde ders kitabı olarak okutulan Theodore D. Woolsey , ‘The International Law’ eserinde İnsanları ‘insan hak ve hürriyetlerinden faydalanmak’ açısından insanları üç kısma ayırıyordu:
Medenî toplumlar.. Bunlar Hristiyan ve Yahudiler olup, insan hak ve özgürlüklerinden tam olarak istifade ederlerdi.
Yarı-medenî toplumlar.. Bu toplumlara örnek olarak sadece Japonlar gösteriliyordu.
İlkel toplumlar.. Bunlar ise, diğer bütün halklar.. Bunlar, insan hak ve hürriyetlerinden ‘medenî toplumlar’ın -yani, kendilerinin- belirlediği kurallara riayet ettikleri derecede istifade edebilirlerdi..
Aslında, Yahudiliğin ‘üstün ırk olarak halk edildikleri’ şeklindeki nazariyeyi tersyüz edip, ‘sarı saçlı, mavi gözlü, beyaz tenli nordik/kuzeyli Almanlar’ın ‘en üstün ırk’ oldukları şeklindeki ırkçı görüşü bayrak edinen Adolf Hitler’in ‘Nasyonal Sosyalizm’/(NAZi) teorisi, hemen-hemen bütün Hristiyan dünyası tarafından da benimsenmiş ve yazık ki, daha başka toplumlar tarafından da, ‘filan kavim, dünyaya bedeldir..’ gibi kof ve komik iddialarla tekrarlanmıştı.
Birleşik Amerika’daki ‘WASP’ formülü ise, -1965’lerde kanunen sona erdirildiği bilinen ‘ırk ayırımı’na rağmen- sosyo-kültürel alışkanlıklar olarak hâlâ baştâcıdır. Ve, 14 asır önce, Mekke’den yükselen, “Sizin en hayırlınız ve üstününüz, muhakkak ki, Allah’ın emirlerine karşı çıkmaktan en çok sakınanlarınızdır..” meâlindeki ‘inne ekremekum, indallahi etqakum..’ (Hucûrat, 13) ilâhî ölçüsündeki kurtarıcı nefese hâlâ da ulaşılamamıştır.
Elbette -siyah ırk’tan olmadıkları halde-, bu ırkçı anlayışlara , fıtratlarının gereğince karşı çıkan Amerikalılar da olmuştur ki, bunların en önde geleni Harriet Elisabeth Beecher Stowe’ın 1850’li yıllarda yazdığı, kölelik karşıtı ‘Tom Amca’nın Kulübesi’ isimli kitabı, Amerikan toplumunda İncil’den sonra en çok satılan kitap olarak bilinir. Ve 1860’larda, Abraham Lincoln’ün Başkanlığı zamanında, Amerika’nın Kuzey ve Güney eyaletleri arasında, Köle ticaretinin yasaklanması konusundaki derin ihtilaftan dolayı çıkan İç-Savaş’ta, ırkçı ve köleci kitlelere karşı çıkan Kuzeyliler’i derinden etkilemiş ve onları öyle bir savaşta fikrî ve hissî bakımdan beslemiştir.
 Çok can yakıcı sahneleri ustalıkla anlatarak geniş kitleleri derinden etkileyen ‘Tom Amca’ hikayesi oldukça uzun ise de, kısaca özetlemekte fayda var: Zengin fakat maddi sıkıntılar çeken çiftlik sahibi bir beyaz adamın ‘siyahî köle’sidir. Bu adam Tom Amca’yı sevmesine rağmen, başka bir köle tüccarına maddî sıkıntılardan dolayı satacaktır. Tom Amca, bir kulübede yaşayan ve herkes tarafından sevilen, sayılan dürüst birisidir.
Tom Amca, bir köle tüccarına satılır ve yolculuk sırasında bulunduğu teknede çok zengin bir ailenin kızı olan Eva ile tanışır. Tom Amca’yı çok seven Eva onun babası tarafından köle tüccarından satın alınmasını çok ister. Zengin baba, kızının bu isteğini gerçekleştirir ve Tom Amca, Eva’nın babası tarafından köle tüccarından alınır.
Eva’nın babası hastalanır ve vefat eder. Babasının ölümünden sonra Eva’nın annesi, Tom Amca’yı başka bir zengin patrona satar ki, bu adam oldukça gaddar bir kişiliğe sahiptir. Tom Amca’nın yeni patronu ne kadar gaddarsa, bu patron eşi de o kadar iyidir ve kölelere karşı büyük sevgi ve acıma hissi beslemektedir. Tom Amca burada kendisine karşı gösterilen her türlü eziyete rağmen vazifelerini sadakatle yapmaya devam eder.
Zaman geçer ve gaddar patron ölür. Karısı da bütün köleleri özgür bırakır.’
Ama, Tom Amca’lara, Kunta-Kinte’lere insanca muamele etmemeyi kendi dünya görüşlerinin ve ‘güce taparlık’ eğilimlerinin ve materyalist anlayışın, zayıfları ezmeyi kendilerine bir hak zannettiren ‘sosyal Darvinist’ çizgilerin tabiî bir gereği gören Amerikanist anlayış, 1863’lerdeki İç-Savaş ve o savaşın galibi olan Kuzeylilere önderlik eden Başkan Abraham Lincoln’ün bir suikast neticesinde öldürülmesi, Amerikan toplumunu, önce kendi meselelerini halletmeye yöneltti..
Ama, 1875’lerde, bu kıtanın asıl sahipleri olan ‘kızılderili’lerin büyük çapta yok edildiği savaştan sonra da huzur bulamadı.
Bu arada, İspanya’da özellikle Orta ve Güney Amerika’da etkili olup, Amerika’ya en yakın noktalardan birisi olan Küba Adası da İspanya’nın elindeydi.. 1895’de, Küba Halkı, İspanyollara karşı ayaklandığında B. Amerika da, ilk olarak kendi sınırlarının dışında etkili olmanın ilk işaretini veriyordu. Nitekim, B. Amerika, Küba’yı kurtarmak adına, İspanya’ya savaş açmış, Küba’yı abluka altına alarak bütün İspanyol filolarını yok etmesi ardından, Filipinler’i de bağımsızlık vaadiyle işgal ve Filipin halkından 500 binden fazla insanı da öldürmüşlerdi. Bunu, Guamela, diğer Pasifik adaları ve Karayipler’de bütünüyle Amerika’nın kontrolüne geçmişti..
Evet, artık, kanın tadına varan bir kılıç vardı Amerika’nın elinde.. Önceleri, ‘Amerika, Amerikalılarındır!’ diye, kendi ülkelerine sahip çıkmak şuûrunu geliştirirken, güçlendikçe, artık, ’Dünya bizden sorulur..’ demeye doğru ilerliyordu. Ve dünyada B. Amerika hariç, her devletin ve denizlerin ve hava sahalarının kendi hâkimiyetlerinde olan belli bir alanı vardır; ama, bunların dışındaki diğer bütün hava, deniz ve kara alanları Amerika’ya aitmişçesine bir anlayış, Amerikan emperyalizminin mantığı içinde gayet tabiî bir durumdur.
Bu durum Birinci Dünya Savaşı boyunca daha bir güçlü şekilde gelişti. Ama, savaşa girmeden, bir dev güç odağı havasını dünyaya yayarak da netice alınabileceğini düşünüyorlardı, Amerikan stratejistleri.. Nitekim, Birinci Dünya Savaşı’nda, İngiltere’nin başını çektiği ‘İtilaf Devletleri’ yanında fiilen yer alıp, onlara her türlü silah ve sair lojistik desteği sağladıysa da, 4 yıl süren o savaşın son yılına girinceye kadar askerlerini savaş cephelerine sürmemişti. Ama, Nisan 1917’de, Amerikan Başkanı ‘Woodrow Wilson’un imzaladığı bir kararnâmeyle, Almanya’ya resmen savaş açarak, savaşa fiilen de katılmış oldu. Savaşsız veya küçük savaşlarla büyük zaferler elde etmek veya zafer sofrasındaki büyük lokmayı kendisi yutmak istediğini ortaya koyuyordu.
Nitekim, kazanan ve kaybeden bütün tarafların az veya çok, yorgun veya darbe yemiş olarak çıktığı o korkunç savaşının sonunda Amerika, dünya sahnesine artık karşı konulamaz bir ‘Dünya lideri’ olarak çıkıyor ve bu durum, önceki ‘Dünya lideri’ konumlu İngiltere tarafından da memnuniyetle karşılanıyordu.
Wilson, kendi adını taşıyan ve zâhiren iyiniyetli gibi gözüken ‘Wilson Prensipleri’ni açıklayarak dünyaya yeni bir şekil vermek manivelasını büyük çapta ele geçirdi. Ama, dünyanın başka toplumları ve ülkeleri içinde rahatsızlık konusu olan hususlar Amerika’nın kendi bünyesi içinde söz konusuydu.. O milyonlarca ‘siyahî’ ve İspanyol kökenli on milyonlarca ‘hispanyelik’ler, Çin ve Japon gibi Uzak Doğulular, büyük problemlerine çözüm getirilmeksizin, Amerikan toplum düzeninde yok sayılırken; Wilson Prensipleri, dünyanın diğer toplumlarına ‘iyilik meleği’ ve ‘hürriyet havarisi’ gibi hayalî bağışlarda bulunarak, o ülkelerin her birinin içine uzaktan kumandalı ‘sosyal bomba’lar yerleştirmiş oluyordu.
‘Wilson Prensipleri’ nelerdi?
Wilson ABD Kongresi’nin 8 Ocak 1918’deki ortak oturumunda savaş sonrasında yapılacak barış antlaşmasıyla ilgili görüşlerini şu 14 maddede toplamıştı:
Tam bir açıklık içinde varılmış barış anlaşmalarından sonra, hiçbir özel uluslararası anlaşmaya gidilmemeli ve diplomatik etkinlik her zaman içtenlikle ve kamuoyunun gözü önünde yürütülmelidir.
Denizlerin uluslararası sözleşmeler gereğince bütünüyle ya da kısmen kapatılabilmesi dışında, savaşta ve barışta karasuları dışındaki bütün denizlerde mutlak seyrüsefer serbestliği sağlanmalıdır.
Barışı onaylayan ve korumak için anlaşan ülkeler arasındaki bütün ekonomik engeller olabildiğince kaldırılmalı ve ticaretin eşitlik temelinde yürütülmesi sağlanmalıdır.
Her ülkede silah gücünün iç güvenliği sağlamaya yetecek en düşük düzeye indirilmesi için yeterli güvenceler karşılıklı olarak verilmelidir.
Sömürgelerin bütün talepleri serbest, açık görüşlü ve tümüyle tarafsız bir yaklaşımla ele alınmalı, bu tür egemenlik sorunlarının çözümünde, ilgili halkların çıkarlarıyla egemenliği tartışılan devletin âdil taleplerinin eşit ağırlık taşıması ilkesine kesinlikle uyulmalıdır.
(Savaştan çekildiğini açıklayan ve Bolşevik İhtilalinin karışıklıkları içinde olan) Rus İmparatorluğu’na ait bütün topraklardan yabancı askerler çekilmeli, Rusya’yı ilgilendiren bütün sorunlar, kendi siyasal gelişimini ve ulusal politikalarını bağımsızca belirlemesine imkân verecek biçimde dünyanın öbür uluslarının en uygun ve özgür işbirliğiyle çözülmeli, Rusya’nın kendi belirleyeceği kurumsal yapıyla özgür uluslar topluluğuna içtenlikle kabul edilmesi, hatta gereksinim duyabileceği ya da isteyebileceği her türlü yardımın yapılması sağlanmalıdır. Gelecek birkaç ay içinde öbür ulusların Rusya’ya karşı tutumları iyi niyetlerinin, Rusya’nın gereksinimlerinin kendi çıkarlarından farklılığını kavrayıp kavramadıklarının ve bencillikten uzak, akıllı bir yaklaşımla onun sorunlarına yakınlık duyup duymadıklarının kesin göstergesi olacaktır.
Yabancı askerler Belçika’dan çekilmeli ve bu ülke hiçbir kısıtlama olmaksızın bütün öbür özgür ulusların sahip olduğu egemenlik haklarına yeniden kavuşmalıdır. Bunun gerçekleşmesi, ulusların birbirleriyle ilişkilerini düzenlemek amacıyla koydukları kurallara duydukları güvenin yeniden sağlanmasında en önemli rolü oynayacaktır. Bu düzeltme yapılmadan uluslararası hukukun yapısı ve geçerliliği örselenmiş kalacaktır.
Bütün Fransız toprakları özgürlüğüne kavuşmalı ve işgal edilen kesimler geri verilmelidir. 1871›de Alsace-Lorraine konusunda Fransa›ya, Prusya tarafından yapılan ve yaklaşık elli yıldır dünyada istikrarlı bir barışın kurulmasını önleyen haksızlık, herkesin çıkarlarına olan barışın yeniden sağlanabilmesi için düzeltilmelidir.
İtalya’nın sınırları, açıkça belirlenmiş ulusal sınırlar temelinde yeniden çizilmelidir.

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu halklarının uluslararasındaki yeri korunmalı ve güvence altına alınmalı, bu halklara özerk gelişme olanağı tanınmalıdır.
Yabancı askerler Romanya, Sırbistan ve Karadağ’dan çekilmeli, işgal edilen topraklar geri verilmelidir. Sırbistan’a denize serbest ve güvenli çıkış sağlanmalıdır. Çeşitli Balkan devletleri arasındaki ilişkiler tarihî bağlılık ve ulusal sınırlar temelinde dostça görüşmeler yoluyla yürütülmelidir. Balkan devletlerinin siyasî ve ekonomik bağımsızlığıyla toprak bütünlüğüne ilişkin uluslararası güvenceler anlaşmada yer almalıdır.
Bugünkü Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Türk kesimlerine güvenli bir egemenlik tanınmalı, Türk yönetimindeki öbür uluslara da her türlü kuşkudan uzak yaşama güvenliğiyle özerk gelişmeleri için tam bir özgürlük sağlanmalıdır. Ayrıca Çanakkale Boğazı uluslararası güvencelerle gemilerin özgürce geçişine ve uluslararası ticarete sürekli açık tutulmalıdır.
Polonyalıların yaşadığı tartışmasız olan toprakları içine alacak bağımsız bir Polonya devleti kurulmalı, bu devletin denize serbest ve güvenli çıkışı sağlanmalı, siyasî ve ekonomik bağımsızlığıyla toprak bütünlüğü de uluslararası sözleşmeyle güvence altına alınmalıdır.
Büyük-küçük bütün devletlerin siyasî bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü konusunda karşılıklı güvence vermek üzere özel sözleşmelerle bütün ulusları içine alan bir birlik oluşturulmalıdır. (Cemiyet-i Akvâm/ Milletler Cemiyeti)
Amerikan Başkanı Wilson, o büyük karmaşadan sonraki dünyada, bir umut kaynağı gibi gözüken bu ilke ve prensipleriyle yine de, başka öneri sunmak durumunda olmayan devletlere ve toplumlara, bir işe yaramayacağı kısa zamanda anlaşılan -Milletler Cemiyeti’nin kurulması gibi- öneri ve prensiplere tutunmak imkânı sağlıyor ve dünyayı düzenleyen en büyük gücün artık Amerika olduğunu göstermiş ve zımnen kabul ettirmiş oluyordu.
Amerika’nın dünya liderliğine soyunması sonucu, ‘Wilson Prensipleri’nin en ağır şekilde vurduğu coğrafya, açıktır ki, Müslüman coğrafyaları idi, en başta da tabiatiyle Osmanlı coğrafyası.. Wilson Prensipleri de mantıkî delil ve dayanak gösterilerek, savaş sonrasında yapılan bütün antlaşmalarda, Amerika’nın istekleri veya isteyebilecekleri göz önüne alındı. Osmanlı Devleti’nin tasfiye edildiği o süreçte, küçük sosyal farklılıklar için bile ayrı ayrı devletçikler kuruldu. Ki, öyle küçük farklılıkların çok daha büyükleri Amerika’nın kendi içinde de yığınla vardı.
Osmanlı’nın enkazı üzerine kurulan her bir rejim için hem dış etkenler, hem de içerdeki yöneticiler alacakları her karar için en çok da ve tabiatiyle, ‘Acaba, Amerika ne der?’ hesabını yapmaya başladılar. Bu konuda, Amerika’nın esasen, İngiliz emperyalizminin geçmişteki birikimlerinden rahatça ve serbestle faydalanacağı tabiî idi.
Ancak, Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın yenilgisi üzerine dayatmayla imzalatılan özellikle Versailles Andlaşması’nın Avrupa’da ortaya çıkardığı huzursuzlukları Milletler Cemiyeti çözemedi.. Almanya’da Adolf Hitler liderliğinde yükselen ‘Nasyonal Sosyalist (NAZİ)’ hareketi bir yeni savaşı kaçınılmaz kılıyordu.
Avrupa içten içe fokurdayıp kaynarken, Amerika, Birinci Dünya Savaşı’nın yıkıcı etkilerinden uzak kalmış olmanın huzuruyla, Avrupa’nın savaş sonrasındaki çetin meselelerinden uzakta kalmanın kendilerine daha rahatlık sağlayacağı kanaati içinde, 1932’de Franklin Roosevelt, Amerikan Başkanı seçildi; Almanya’da da Hitler 1 yıl sonra iktidara geldi..
Ve Hitler, Almanya’yı mahveden ve Fransa’ya peşkeş çeken Versailles Andlaşması’nın, ‘barışı yok eden barış’ diye nitelenen hükümlerini bir bir yırtıp atmaya başladı. Amerika, Avrupa’daki bu sancılı yapıdan uzak durmak siyasetine devam etti.
25 Ağustos 1939’da Hitler Almanya’sı ile Stalin Sovyet Rusya’sı arasında, Avrupa’nın paylaşılması üzerine, iki tarafın dışişleri Bakanları olan ‘Molotof’ ve ‘Von Ribbentrop’ arasında imzalanan antlaşmadan bir hafta sonra, 1 Eylûl 1939’da, İkinci Dünya Savaşı patladı.
Hitler Almanya’sı, bir yıldırım hızıyla Polonya’ya girdi, sonra Hollanda ve Belçika üzerinden Fransa’ya geçip, Paris’e dayandığında Roosevelt Amerika’sı, savaşa bulaşmama siyasetini sürdürmekte yine kararlıydı.
Ne zaman ki, 7 aralık 1941 sabahı Japonya’nın Pasifik Okyanusu’ndaki Amerikan Üssü olan Pearl- Harbor’a âni ve sürpriz bir hava saldırısı yapıp, Pasifik’teki Amerikan Donanması’nı yok etti, işte o zaman B. Amerika da savaşa girdi.
Öte yandan, Hitler Almanya’sı da Batı Avrupa ve Balkanlar’daki hedeflerine vardıktan sonra, daha önce Avrupa’yı paylaşma antlaşması imzaladığı Stalin Rusyası’na da saldırıp, Alman orduları tâ Hazar Denizi’nin kuzeyine, Volgagrad/(Stalingrad)’a kadar ilerlerken, komünizmin lider ülkesinin ünlü ve kanlı diktatörü Stalin, kapitalizmin lider ülkesi olan Amerika’nın şemsiyesi altına giriyordu. O sırada, Amerika hem Japonya’yı yerle bir ediyordu, hem de Almanya’yı..
Ama, Hitler’i durdurmak kolay olmuyordu. İşte o zaman, Amerika, 6 Haziran 1944 gecesi, Fransa’nın kuzeyindeki Normandia sahillerine bir gecede 1 milyondan fazla bir asker çıkarması yapınca.. Hitler, Rusya içlerindeki ordularının bir kısmını Normandia’ya kaydırmak gereğini hissetmiş ve savaşın geri sayımı da böylece başlamış oluyordu.
Gençlik yıllarında geçirdiği bir hastalıktan sonra felç kalıp, ömrünü hep tekerlekli sandalyede geçiren Roosevelt’in durumu ağırlaşmıştı, ama, Hitler Almanyası’nın durumu daha da ağırlaşmaya başlamıştı. Ve arka arkaya alınan yenilgiler ve bütün bir Almanya’nın harabeye dönmesinden sonra, 12 Nisan 1945 günü Amerikan Başkanı Roosevelt ölüp, yerine Truman geçerken.. Berlin’deki sığınağına kadar kuşatılmış olan Hitler de, 30 Nisan 1945 gecesi, hanımı Eva ve yakın çalışma arkadaşlarıyla birlikte intihar ediyor ve yerine geçen Herman Göring, 8-9 Mayıs 1945 gecesi, Almanya’nın kayıtsız-şartsız teslim olduğunu açıklıyordu.
Evet, Avrupa’da savaş bitmişti ve Avrupa da bitmişti.. Baştan başa bir harabe halindeydi..
Uzakdoğu’daki Japon militarizmi ise, işgal ettiği ülkelerdeki hâkimiyet alanlarında hâlâ güçlü idi.
Ama, Avrupa’daki müttefiki Hitler Almanyası çökünce, kendisinin üzerine daha güçlü saldırılacağının farkında olan Japonya da savaşı durdurmanın yollarını ararken ve bunun için Sovyet Rusya’ya bir heyet göndermişken; Amerika, barışı Stalin’in yardımıyla elde etmek gibi bir yanlışa düşmemek dikkatindeydi ve ayrıca elinde, henüz hiç denenmemiş bir Atom Bombası da vardı.. Bu bombayı denemek ve başarılı olursa, Amerika’nın ‘karşı konulamaz, emsalsiz bir dünya gücü’ olduğunu göstermek için, 6 ve 9 Ağustos 1945 günlerinde, Hiroşima ve Nagasaki isimli ve askerî birliklerin de olmadığı Japon şehirlerine attığı iki atom bombası ile 300 bine yakın sivil insan bir anda kavruldu ve bu iki şehir haritadan tamamen silindi.
Hiroşima’ya atılan ilk atom bombasından sonra , sadece ne olduğunu anlamakta zorlanan Japonya değil, bütün dünya da şaşkındı..
Bu arada küçük bir notu da eklemeliyiz:
Amerikan Başkanı Truman, 6 Ağustos 1945 sabahı, dev savaş gemisinin güvertesinde sabah törenindedir. Merasim kıtasının bando takımında vazifeli bir astsubay bir kaza geçirir ve serçe parmağı kırılır, acı içinde kıvranan astsubay, savaş gemisinin revirine kaldırılır, ilk müdahaleler yapılır.
Sonra..
Truman, savaş gemisinin güvertesinde bir şezlonga uzanmış ve kendisine verilen ilk sabah haber ve raporlarını okumaktadır. Ve o sırada, çok özel bir haber daha ulaştırılır ve şifreli haberde, (Uranyum-235 tipi atom bombasının ismi olan) ‘Little Boy’un 08.15’de Hiroşima üzerine başarıyla denendiği bildirilmektedir.
Truman, aldığı bu haber karşısında - emrindekilerin gözlemiyle- âdeta, elektrikle çarpılmışçasına, şezlongundan havaya fırlar gibi kalkar..
Çünkü, beşeriyet tarihinin ilk nükleer bombası başarıyla patlatılmıştır ve ilk dakika içinde Hiroşima’da 80 binden fazla sivil insan, çocuk, kadın, erkek ve diğer canlı kavrulmuş, şehir bir anda küllüğe dönmüştür.
Tarihte daha önce hiç bir imparatorun gerçekleştirmediği ‘Büyük zafer!’ gerçekleşmiştir.
Ve, o çok ‘nazik’ Başkan Truman, savaş gemisinin revirine gider, serçe parmağı kırılan ve büyük acı çeken astsubayı ziyaret eder, halini sorar, gönlünü alır. Etrafındakiler, bu ‘yüce gönüllü, insanî tavır’lı başkanlarıyla gurur duyarlar.
O yüzbinlerce sivil-savunmasız insanın ilk nükleer silâhlarla yok edilmesinden sonra, Amerika’nın kendisini dünyaya ‘Hür Dünya’ diye sunması daha bir trajikomik durumdu.
Artık, Amerika asla karşı konulamaz bir muazzam güç olarak daha bir rakipsiz ‘Dünya lideri’ olmuştu.. ‘Nükleer bombalı’ bir ‘Terör İmparatorluğu!..’
Terör, kendisine itaat etmeyen silahsız rakip veya hasım kişi kitleleri dehşete düşürerek, çaresizliğe sürükleyerek mücadeleden çekilmeye zorlama, baş eğdirme ve teslim alma eylemidir.
Amerikan emperyalizmi zafer sarhoşluğu içindeyken, Stalin Rusya’sı ise, Doğu Avrupa ülkelerini yerli komünist örgütlere kurdurduğu kukla komünist rejimler eliyle ele geçirivermiş ve kapitalist Amerikan emperyalizmi sâyesinde açtığı komünist imparatorluk şemsiyesinin altında hepsini toplamış, Doğu Bloku’nu oluşturmuştu. 1946’daki Potsdamm Konferansı’nda bu ‘oldu-bitti’ler kabullenilmişti.
Amerika ise, emperyal sistemini daha da güçlü kılmak için artık yeni bir dünya düzeni kuruyordu.. Bunun için de her şeyden önce, güçlü bir İstihbarat Örgütü olarak CIA’yi kurmak gerektiğini gören Amerikan emperyalizmi yeni bir dünya düzeni için de ‘Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nı kuruyor ve bu teşkilatı, 2. Dünya Savaşı’nın galibi olarak ilân ettiği, 5 ülkenin vesayeti altına veriyordu; USA, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin..
Bu arada, Filistin Müslüman topraklarında Siyonist Yahudilere, İsrail adında bir rejim kurduruyor, Hind Alt kıtası, Hindistan-Pakistan diye bölünüyor, Türkiye’de 1923-1950 arasındaki 27 yıllık Şeflik ve diktatörlük dönemi, 14 Mayıs 1950 seçimleriyle sona eriyor; Afrika’da irili -ufaklı yığınla devletçikler tesis olunuyordu. Ve sonra, sonra NATO kuruluyor; savaşlar, savaşlar..
Kapitalizm ve komünizm kutupları arasında paylaşılan bir dünya tablosu ortaya çıkıyordu. Artık, bu iki kutuplu dünyanın hâkimiyet oyunları arasında ülkeler ve toplumlar ve bütün bir insanlık, bir futbol topu gibi tekmelenip duruyor; bazen kapitalist -sözde- ‘Hür Dünya’ adına, rejimler darbelerle devrilip Washington emrine sokuluyor, bazen de komünist emperyalizmin kuklaları, bazı ülkelerdeki rejimleri devirip Moskova’ya bağlı yönetimleri işbaşına getiriyorlardı.
Buraya kadar anlatılanlar Amerika’nın geçmişteki hikâyesinden kısa bir fasıldır.
Amerikan emperyalizminin asıl büyük hikâyesi bundan sonra başlar..
Bunu, son 75 yılı anlatmaya böyle bir yazının hacmi yetmez..

Atom Bombasından sonra, Amerika ile nükleer yarışa giren rakipleri de ortaya çıkacaktı..
İlk anda da, kendisine yeni rakip olarak, ‘komünizmi ve komünist Sovyet Rusya ve Çin ve diğerlerini yeni düşman olarak ilân eden ve 1990’lara kadar sürecek bir ‘Soğuk Savaş’.. Hükûmet darbeleri, İç-savaşlar, Filistin, Kore, Vietnam, Afrika ve Orta ve Güney Amerika’da, keza, Afganistan, Bosna, İran, Irak, Suriye, Yemen ve diğerlerine.. Bitmeyen savaşlar.. Hepsinin içinde, emperyalist-şeytanî güçlerin planları..
Ve komünizmin yenilgiye uğratılmasından ve Sovyet Rusya’nın dağılmasından sonra ise.. Sahneye sürülen bir yeni düşman gerekiyordu.. Bu, öncekilerden de daha bir korkunç , bir heyulâ görüntüsü verilerek sunulmalıydı, dünyaya.. Bu yeni düşman İslâm idi ve İslamofobia /İslam korkusu!..
Amerika ve dünyadaki bütün şeytanî güçler için yeni bir Soğuk Savaş kutbu ve alanı gerekliydi çünkü..
Atom bombasını kullanan tek güç olmanın ortaya çıkardığı bu dünya dengesi, açıktır ki, ‘insanî ve medenî bir dünya’ değildir ve Amerikan emperyalizmi, barbarlığın zirvesindedir. 2 bin yıl öncelerde Roma İmparatorluğu’nun geliştirdiği “Teslim ol, Barış olsun.” şeklindeki ‘Pax Romana’ (Roma tarzı barış) formülü, Pax Americana’ya dönüştürülmüştür; yine aynı formül.. ‘Teslim ol, barış olsun..’
Bunun karşısında, İslâm’ın dünyaya bütün zaman ve mekânlardaki bütün beşeriyete, bütün Enbiyaullah/ilâhî peygamberler aracılıyla yaptığı çağrı ise, ‘Lâilahe illallah’ şeklindeki en ezeli ve ebedî özgürlük manifestosudur ve insanlara, tok köle ve esirler olarak değil, şerefli, izzetli insanlar olarak yaşamaları ve zillet içinde yaşamaktansa, gerektiğinde ölümü tercih etmeyi göze aldıran bir hür insan olarak yaşamak ve gerektiğinde o çizgide kalmak uğrunda dünya hayatını terk etmek..
Allah’u Ekber!..

logo
Bugünün ihyasından yarının inşaasına
Bize Ulaşın

0(216) 612 78 22

0(216) 611 04 64

vuslat@vuslatdergisi.com

Ihlamurkuyu Mah. Alemdağ Cad.
Adalet Sok. No:11 P.K 34772
Ümraniye / İstanbul